“Düşmanla beraber sahra, bir fincan kadar dar; dostlarla beraber iğne deliği, bir meydan kadar geniştir.” der eskiler. Daha birçok şeyler söylemişlerdir söylemesine de biz, bu yazıda fincanın her zaman kahvesiyle birlikte kırk yıl hatıra dokunmayacağını dile getireceğiz.

Ne de güzeldir orta şekerli bir fincan kahve. Dostluğun bu kadar küçük bir cisme sığdırılıp hem de kırk yıllık bir birikimle simsiyah bir renkle isimlendirilmesi bize mahsus olsa gerek. Bir araya gelindiği zaman dostluk ve muhabbetin çay-kahve ikilisiyle perçinlendiğini hepimiz biliyoruz. Bilmekle kalmayıp aramıza teklifsizce buyur edilmesine her zaman rızamız olduğunu bağırarak ilan ediyoruz. Ne kadar çay içersek içelim, o muhabbetin sonunun fincanlarla kahve ile uğurlanmasına gönülden inanmışlığımız vardır.

Anadolu’nun birçok yerinde fincanın her zaman tatlı tarafıyla hatırlanmadığına vurgu yapalım. Her daim şekerli değildir onun içi. Neticede fincan ile ilgili bir yazı yazıyoruz. Yazdıklarımız fincanın içini doldursun yeter. Dostlar bir yudumluk mana bulursa zannımca maksat hâsıl olacak. Olur mu? Olacak inşallah.

Kız istemeye gidildiğinde damat adaylarının en korkulu rüyası fincandan başkası değildir efendim. Getirilen çayı içerken pek zorlanmazlar, hatta kıvamını bulmuş demli çayın devamının olmasını can u gönülden arzu ederler. Neden mi? Benzer olayların tecrübelerini defaatle dinlediklerinden olsa gerek, biraz sonra gelin adayı kızın elinde kapıda beliren suç aleti fincandan başkası değildir.

Her ne kadar gümüş ya da gümüşî renkli tepside rengârenk süslemesiyle oturmuş bir yumurta iriliğinden azıcık daha cüsseli görünen fincanın masumiyeti ortada dursa da… Bu görüntü pek de tekin değildir aslında. Dedim ya, tecrübeyle sabittir. Odadaki büyüklerin fincanları içindeki gönül okşayan tadıyla ellerine tutuşturulur. Fakat damadınki gelmemiştir. Tabii bilerek sona bırakılır. Çünkü o kadar kahve fincanının arasında bubi tuzağıyla tuzaklanmış olan fincanın doğrudan damat tarafından ele geçirilmesi şansa bırakılmaz. Ya başkası alırsa? Gelin hanımın bu denli ustaca davranarak tuzaklardan misafirleri kurtarması elbette çok zor. Sırf bu sebeple damat efendinin kahve fincanı en son devriyeye bırakılır. Ne şiş yansın ne kebap, güzel olanı da budur zaten. Tabii bu güzelliğin kime göre olduğu da ortada. Ellerindeki fincanın

sıcaklığını dudaklarında hoş rayiha ile soğutan misafirler, aralarında kahvenin kırk yıllık hatır oluşturmasına zemin hazırlayadursun, birisi elindeki fincanı öylece tutmaktadır. Ya hu içsene! Kapının hemen arkasında kıkır kıkır kıkırdayan gelin adayı, gülmemek için dudaklarını ısırıp kanatmaktadır nerdeyse. “Acaba gerçekten öyle yapmış mıdır? Kahveye şeker yerine tuz koymuş mudur?” İçmeden bilemezsin ki iki gözüm. Haydi, bir içmeyi dene bakalım. Bismillah der, gözünü yumar. Sanki fincandaki tuzun tadını gözüyle alacak? Refleks işte. O da ne? İnsanoğlu bunu bir insana yapar mı? Atacaksın madem, bir çay kaşığı tuz neyine yetmiyor? İki yemek kaşığı tuz da ne ola ki? Allah insaf versin!

“Ne yapalım, madem samanlık seyran edilecekse, iki gönülden birinin yaptığına katlanacağız.”

İnsanın ömründe içtiği kırk yıllık hatırı olmayan tek fincanlık kahve bu olsa gerek. Sahi sizde hatırı var mı bu kahvenin?

Gelelim yazımızın başındaki söze.

İnsan sevdiği kişinin yanında huzurlu olur. Düşmanın yanında ne kadar konfor olsa da huzursuz olur. Şartların ve ortamın mükemmel olması hiç de önemli değildir yani. Yeter ki gönüller uyuşsun. Gönüller birbiriyle uyumlu olmadıktan sonra… Yani ki dostlar, "Allah için olan bir an, Allah için olmayan bir yıla belki de yıllara bedeldir."

Bu yazının üstüne bir Türk kahvesi gider mi? Beklediğiniz hata. Afiyet olsun!