“Nâ” ve “bî” gibi olumsuzluk eklerini kendisine mahlas / takma ad edinecek kadar mütevazı bir kişiliğe sahip olan Nâbî’nin asıl adı Yusuf’tur. 17. yüzyıl divan şiirimizin en önemli temsilcilerinden olan Nâbî, hikemî şiir geleneğinin de kurucusu sayılır.

Peygamber Efendimize büyük bir aşk ve sevgi besleyen Nâbî, devrinin devlet adamlarıyla beraber hac vazifesini yerine getirmek için yola düşer. Şair, oldukça heyecanlıdır; zira Hz. Peygamber’imizi çok sever, bir an önce onun diyarına ulaşmayı hayal eder. Yol çok uzundur ve yolculuk epey çileli geçmektedir. Epey bir vakitten sonra Medine’ye, Peygamberimizin evine yaklaşırlar. Kafile oldukça yorgun olduğu için uygun bir yerde mola verirler. Kafiledekilerden bazıları dinlenmeye geçer. Bu esnada Yusuf Nâbî’nin dikkatini birisi çeker. Bu kişi bir paşadır ve ayaklarını Medine’ye, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin (a.s.v.) mübarek kabrine doğru uzatarak yatmaktadır. Nâbî’yi derin bir keder sarar. Hüzünlenir, üzülür ve bu halde iken bir çırpıda aşağıdaki şiiri okur:

Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı+ ilâhidir, Makam-ı Mustafâ’dır bu

(Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’nın makamı olan bu yerde edepsizlikten sakın!)

Felekde mâh-ı nev, Bâbüsselâm’ın sîne-çâkıdır
Bunun kandili Cevzâ, matla’-ı ziyâdır

(Gökyüzündeki hilâl, O’nun “Selâm Kapısı”nın yüreği yaralı âşığıdır. Güneş de aydınlık ve ışığın kaynağı olan O’nun nurunun kandilidir.)

Habib-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazilette
Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu.

(Burası Cenâb–ı Hakk’ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazilet yönünden düşünülürse, Allah Teâlâ’nın arşının en üstündedir.)

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan açdı mevcûdât düş çeşmin tûtiyâdır bu.

(Bu mübarek toprağın ışığından yokluk karanlığı sona erdi ve varlık âlemi, yokluktan iki gözünü onun sürmesiyle açtı.)

Müraât-ı edep şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı Kudsiyandır cilvegâh-ı enbiyâdır bu

(Ey Nâbî, bu dergâha edebe riayet ile gir, zira, burası meleklerin etrafında tavaf ettiği, peygamberlerin hürmetle öptüğü bir makamdır.)

Uykusundan uyanan Paşa, bu durum ve şiir karşısında utanır. Derhal toparlanır, şaire döner ve der ki:

- Bu şiiri ne zaman yazdın?

- Az önce yazdım.

- Peki, bu şiiri başkalarına okudun mu?

- Hayır, ilk defa okudum. Sizden başka da duyan olmadı.

Paşa bunun üzerine bu durumun bir sır olarak kalmasını istirham eder. Nâbî, üzgün bir şekilde kabul eder ve kafile biraz sonra tekrar yola çıkar.

Bir sabah namazı vaktinde Medine’ye ulaşırlar. Şehre edeple girerler. Fakat ezandan önce müezzinlerin dudaklarından dökülen ifadelere şaşırıp kalırlar. Medine’de bulunan bütün müezzinler aynı ifadeleri okumaktadırlar. Müezzinlerin ezandan önce okudukları şiir bir naattır ve bu naat, Yusuf Nâbî’nin paşaya okuduğu naattır. Hemen mescide varırlar. Sabah namazının ardından müezzinin yanına giderler. Yusuf Nâbî müezzine sorar:

- Ezandan önce bir naat okudunuz. Bu naatı nereden / kimden öğrendiniz?

- Söyleyemem, sırdır.

- Fakat az önce okuduğunuz naat bana ait.

- Senin ismin Nâbî mi?

- Evet.

- Öyleyse dinle. Bu gece Allah Resulü (a.s.v.) rüyamızda bize: “Ümmetimden Nâbî isimli bir şair beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu naatı bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.”

Nâbî bu sözler karşısında iki büklüm olur ve yere düşer. Sevincini anlatacak tarif bulamaz ve ağzında şu ifadeler dökülür:

- “Demek ki Peygamber Efendimiz (a.s.v.) bana “Ümmetim!” dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğe kabul etti. Elhamdülillah.” der.

 Allah (c.c), rahmet eylesin.