Eylül ayının ilk günlerinde Karadeniz'in şirin ve mütevazi şehri Giresun'a diğer adıyla Fındığın Başkent'ine bir yolculuk gerçekleştiriyoruz.  Ailecek çıktığımız yolculuğun ana sebebi, çocuğumuzun üniversite eğitimine bağlı olarak kalacak yerini ayarlamak.  Süremiz sınırlı, yapacak işimiz fazla. Bu sebeple gezmeye fazla vakit ayıramayacağımızı söyleyebilirim. Ancak ben birkaç saatliğine de olsa önceden planladığım bir iki ziyaret gerçekleştirebilmeyi arzuluyorum. 
Niksar, Almus, Ünye güzergâhında harika doğa manzaraları eşliğinde iki saatlik yolcuğun ardından Karadeniz sahiline ulaşıyoruz. Fatsa, Ordu yolunu takiple mavi ve yeşili birbirinden ayıran  sahil yolundan Giresun'a ulaşıyoruz.
Giresun'un engebeli cadde ve sokaklarında temposu  yüksek, yorucu bir efor sarf ediyoruz.  Koşuşturması fazla geçen gündüzün akşamında şehri en tepeden seyreylemek için aracımızla kıvrımlı ve dar bir yoldan kaleye çıkıyoruz. Burada kızımızın arkadaşlarının aileleri ile tanışıyoruz. İlk tanışma atmosferine denizin kokusu eşlik ediyor. Ilık bir yaz sonu akşamı.  Yemekler yeniyor, çaylar içiliyor. Gündüz yeşillikler içinde insanı mest eden şehir, gece yukarıdan bir ressamın tablosu gibi görünüyor.  Koyu lacivert bir deniz ve onu bir çizgi halinde kesen Karadeniz sahil yolunun akıcı trafiği içinde parıldayan araba ışıkları... Saatler ilerliyor. Uykuya hazırlanan evlerin lambaları birer ikişer trafiğin canlılığına eşlik etmeyi bırakıyor.  Şehir uykuya, çocuklar kendi aralarında, hanımlar kendi aralarında sohbete  dalıyor. Biz erkekler grubu olarak ayrı bir tarafa yöneliyoruz.  Ayaklarımız bizi kalenin en zirvesine doğru çekiyor.  Burada bizi kimin beklediğini çok iyi biliyorum.  Kalenin en yüksek noktasını doksan yedi senedir bir kahraman bekliyor.  Bu yiğit vatan evladı Topal Osman Ağa'dır. Adına güzel bir anıt mezar yapılmış. Kabri başında Fatiha okuyor, dualar ediyoruz. Ben bilhassa Erbaa'nın, Erbaalıların selamını iletiyorum. Çünkü yüz sene önce bu memleketin gençleri cephelere gidip dönmediğinde, kadınların erleri onların boşluğunu doldurmak için cepheden cepheye koştuğunda savaş hattının gerisinde sahipsiz kalan kadınlarımıza, yaşlılarımıza, çocuklarımıza Pontus'u canlandırma hayali kuran azınlıklar saldırıyordu. Asırlarca bizimle yan yana, huzur  içinde yaşayan, devlet dört bir yandan işgale direnirken bunu fırsata çevirmek isteyen azınlıklar, Batılı ülkelerden aldıkları para ve silah desteği ile yolları kesiyor, evleri basıyor, köyleri yakıyor, harap ediyordu. Erbaa, bu zulümlerin en fazla yaşandığı yerlerden biri durumundaydı. Mesela o dönemde Erbaa'ya, günümüzde Taşova'ya bağlı Şıhlı köyünde yüzlerce hayduttan oluşan  Rum çetesi, 1921'in tam da böyle bir sonbahar mevsiminde köylüye tarifi mümkün olmayan acılar yaşatmıştı. 500 haneli köy tamamen yakılmış, 20 köylü evlerinin içinde diri diri ateşe verilmişti. Saldırıdan kaçamayan 31 erkek, 29 kadın kurşunlanarak öldürülmüş, 1300 kadar hayvan gasp edilmişti. O yıllarda Erbaa'ya şu an Taşova'ya bağlı Karabük, Karlık, Dereli, Boladan, Yornus, Bidevi, Sonisa  gibi köylerde ve nahiyelerde de durum çok farklı değildi. Günümüzde Erbaa'ya bağlı köylerinden Eksel'de, Değirmenli'de, Ağacalan'da, Keçeci'de ve adını burada sayamadığımız diğer yerleşimlerde de vaziyet aynı minvaldeydi.Devletin sınırlı imkanlar dahilinde istihdam edebildiği birlikleri ile yerel çeteler bunlarla mücadele etmeye çalıyordu.  İşte  Erbaa-Niksar ve çevredeki diğer beldeler böyle acılarla kıvranırken şu an yanı başımızda yatan, Balkan Cephesi'nde dizinden yaralanarak “Topal” unvanı alan Osman Ağa, Giresun, Trabzon, Ordu hattını, yediği kaba pisleyen bu azgınlardan temizliyordu. Aynı Osman Ağa Sivas yöresinde baş gösteren Koçgiri İsyanı'nı bastırıyordu. Mustafa Kemal, mecliste onun eşkıyalık yapmadığını vatanı korumak maksadıyla çete kurduğunu söylüyordu.

 Erzincan civarında bir süreliğine dinlenmeye çekilen Topal Osman'a 1921 senesine gelindiğinde yeni bir görev emri ulaşmıştı. Osman Ağa'nın bu sefer ki vazifesi Erbaa ve çevresinde yaşanan trajik olayların bastırılmasıydı. Osman Ağa, emir kendisine ulaşır ulaşmaz Kelkit Vadisini takip ederek milisleri ile Niksar'a oradan Erbaa'ya geliyordu. Kendisi, azgınlığının bedelini ölümle ödeyen Anastas'ın konağında, milisleri ise Cami-i Kebir (Büyük Camii)'de  misafir ediliyordu. Bölgede onun adını duyan azınlıklar kaçacak delik arıyor, çoğu da girdikleri deliklerde de olsa bulunuyor ve etkisiz hale getiriliyordu. Devamında Rumlar tarafından kurtarılmış bölge olarak görülen ve  'artık buradan bir Türk bile geçemez' denen Destek Boğazı'na gidiyor, milislerine bölgenin Rum çetelerinden tamamen temizlenmesi emrini veriyordu. Ve Erbaa bölgesi rahat bir nefes alıyordu. Topal Osman, yöremizdeki başarılı mücadelelerinin ardından Giresun Belediye başkanlığı da yapacak, sonrasında düzenli ordu birliklerine katılıp yarbay rütbesini alarak ordumuzun önemli bir komutanı olacaktı. Devamında Meclis'in ve Mustafa Kemal Atatürk'ün Özel Muhafız Alayının başına getirilecekti.  Bir Trabzon milletvekilinin öldürülmesinde azmettirici olarak adının karışması onun için sonun başlangıcı olacaktı. Sağ olarak ele geçirilme talimatına rağmen başı gövdesinden ayrılmak suretiyle ölü ele geçirilecek, ölümünden sonra yargılaması sona erecek ve hakkında verilen idam kararı gereği gömüldüğü yerden çıkarılacak, asılacak bir başı olmadığı için Meclis kapısına ayaklarından asılmak suretiyle karar tatbik edilecekti. 1925 yılına gelindiğinde ailesinin isteği üzerine naaşı, gömüldüğü Ankara topraklarından çıkarılarak Giresun'a getirilecek ve halkın yoğun katılımı eşliğinde şehrin kalesindeki en yüksek noktaya defnedilecek ve adına büyük bir anıt mezar yapılacaktı. Benim de büyük büyük dedemle aynı adı taşıyan Osman Ağa'ya tekrar minnetimizi ifade ederek akşam saatlerinde çıktığımız dar Arnavut taşlı kale yolundan gecenin bir yarısı evimize doğru yol alıyoruz.
Ertesi gün sabah saatlerinde Giresun'daki ikinci ziyaret yerim olan Seydi Vakkas türbesine geçiyorum.  Türbe, Giresun kalesinden inince iki yüz metre kadar bir mesafede yer alıyor. Seydi Vakkas, şehirde çok seviliyor. Şehrin  manevi koruyucularından birisi kabul ediliyor.   Adı, Giresun'da kurumlara verilen Seydi Vakkas kimdir? Bunu anlayabilmek için Topal Osman Ağa'nın ölümünden beş asır kadar geriye gitmemiz gerekiyor. Arşiv kayıtlarına göre Seydi Vakkas, 1450'li yıllarda Sonisa Beyi'dir. Yani bu toprakların, Nevahi-i Erbaa'nın bir evladıdır. İstanbul'un Fethi'ni takip eden yıllarda Fatih Sultan Mehmet, rotasını Trabzon Rum İmparatorluğu'nu sonlandırmaya çevirdiğinde Anadolu'daki kuzey kol istikametini takip ederek Sonisa'ya kadar geliyor. Sonisa Beyi Seydi Vakkas'ta Fatih'in ordusuna katılıyor. Kale Boğazı, Niksar geçiliyor, Şebinkarahisar'a varılıyor. Fatih, orada Seydi Vakkas ve arkadaşlarını bir öncü keşif kolu olarak Giresun'a görevlendiriyor. Tıpkı sur içi İstanbul'unda olduğu gibi Giresun civarı fethedilmiş olsa da ortada fethedilmemiş bir yer kalmıştır. Orası Giresun Kalesi'dir. Anlatılanlara göre Seydi Vakkas, kimliğini gizleyerek kale içinde bir kilise de ayine katılıyor. Olup bitenlerle ilgili istihbarat toplarken deşifre oluyor ve kendisini korumak için mücadeleye girişiyor. Ağır yaralar alarak kale dışına çıkıyor, bugünkü türbesinin olduğu yere kadar geliyor, düşmanları kafasını gövdesinden ayırmasına rağmen mücadelesine devam ediyor. Ancak bir kadının, "Kesik başlı bir adam savaşıyor!" diye bağırması üzerine kılıcı elinden düşüyor ve ölüyor. 
Çok ilginç bir tesadüf müdür yoksa çok manidar bir tevafuk mudur? 
Kesik başlı iki yiğit yan yana yatıyor.
Biri Giresun Kalesi'nin tepesinde diğeri hemen onun dibinde ama her ikisi de toprağı vatan yapmanın zirvesinde iki kahraman. Birisi Pontus'un fethi için asırlar öncesinde Nevahi-i Erbaa topraklarından yola çıkıp Pontus'un fethinde çok önemli mücadeleler vermiş, diğeri Nevahi-i Erbaa Nevahi-i Erbaa topraklarını Pontus zulmünden korumak için Karadeniz sahillerinden gelip yöre insanının hafızasında güzel izler bırakmış. 

Böylesine yoğun duygularla geçen iki günün ardından işlerimizi tamamlıyor, yüreğimizin bir parçasını Giresun Üniversite'sinin eğitim kadrolarına emanet ediyor ve geçtiğimiz yolları takiple Canik Dağları'nın zirvelerine ulaşıyoruz. Akkuş civarında, Dumantepe'de bir akşamüstü sisi karşılıyor arabamızı. Sis dalgaları rüzgarla birlikte yolun solundan sağına doğru koşturuyor. Eşimde bir korku. Dursak mı biraz, diyor. Ben arabanın camını açıyorum. Denizin sıfır noktasındaki sıcaklıktan, nemden eser yok. Biraz da üşütüyor. Radyonun ses düğmesine dokunuyorum. Neşet Ertaş'ın sesi yükseliyor Dumantepe'de:

"Doyulur mu doyulur mu?
Canana kıyılır mı?
Cananına kıyanlar, 
Hakk'ın kulu sayılır mı?"