“seni parmak izinden tanıdım sonbahar,
bir gül yaprağına bıraktığın yüzünden...
eteklerini toplayıp gitmesinden ölümün,
zillerinin dağılıp kırılmasından hüzünden,
boyacı çocukların gökkuşağını dolamasından,
kırmızı atkılarını aşkları yerine yeniden..”

Şair Halim Yazıcı'nın bu güzel şiiriyle hem siz, değerli Kelkit Gazetesi okurlarına hem de “sonbahar”a bir merhaba diyerek başlamak istiyorum.
Güzel Erbaamız'ın eskilerine soracak olursanız “Ben, bu yaşa geldim böyle sıcak görmedim!” teminat cümlesini alıp yaz sıcaklarının kavurucu ahvâlini hatırlatayım. Ondan sonra sonbaharın serinliğini hele şöyle bir hissedelim derim. Gerçekten de bu sene yaz mevsimi, hatır saydıracak kıvamdaydı. Allah'ım yakma bizi diyerek akşam serinliğini beklediğim inanın çok zaman oldu. Ne var ki olması gerekenin gerçekten olması gerektiğine iman ettiğimiz için şikâyet etmiyoruz. Bizimkisi biraz nazlanmak oluyor. Halimizin izharı oluyor. Acizliğin en güçlü olana arz edilmesi olarak kabul edin bunu. Yoksa ne sıcağa ne de soğuğa geçmiyor hükmümüz.

Galiba bu sefer gerçekten sonbahar geldi. Ağustosun on beşi yaz, on beşi kış diyordu eskiler. Fakat bu sene öyle olmadı. Sanki sıcaklar eylül ayını da esaret altına almış gibiydi. İçinde bulunduğumuz şu günlerde serinliği hissetmeye başladık. İnsanoğluyuz işte. Ne önümüz sıra ne de ardımız sıra gitmeye gelmiyor. Bir türlü memnun olmuyoruz. Bizi memnun eden şey bir başkasını memnun etmiyor. Bir başkasını memnun eden şey de bizi memnun etmiyor. Garip varlıklarız doğrusu!

Koskoca yaz mevsiminin bitimi olması sebebiyle güz, yani sonbahar, hayli hareketli bir arenaya dönüşüyor gözümde. Büyüyor büyüyor ve koskocaman bir harman yeri oluyor. Hasat için zemin arayan çiftçiler, okul için sıraya giren veli-öğrenciler, dönüş için gün sayan
yaylacılar, göç zamanının takvimini bekleyen göçmen kuşlar… Allah'ım, ne müthiş bir mevsim bu sonbahar! Her mevsim öyle elbette. Biri, diğeri olmadan hep eksik kalıyor sanki. Fakat sonbaharın benim âlemimde tarifi mümkün olmayan bir gizemli hâli var. Anlat, tarif et deseniz, bir şeyler söyleyemem bunun için.

Ağaçların yükünü atmak ister gibi bir hâli mi var? Yapraklar ağır mı geliyor onlara? Yoksa bir bıkkınlık mı beni böyle düşünmeye sevk eden? Bilmiyorum. Sanki şöyle fısıldıyor şadırvandaki çınar ağacı yapraklarına, duyar gibiyim. “Sen git artık yeniler gelsin.” Evet, sararan yapraklar dökülecek ki bize fani oluşumuz hatırlatılsın. Tabiat bir yenilenmeye maruz kalsın. Yenilenme, tazelenme, enerji depolayıp yeni bir seneye hazırlanma.

İnsanoğlu da böyle değil mi dostlar? Sararıp düşen yapraklar gibi biz de toprağın bağrına uğramıyor muyuz? Adeta ana kucağına düşercesine… Yenilere yer açan ölüm, yaprağını dibine düşüren ağaca misal değil mi? Sonbahar dedik, yaprak dedik, iş geldi yine ölüme gördünüz mü? Ne yapalım aziz dostlar, söz cevheri gelip o mıknatısa yapışıyor. Ben de geri alamıyorum, yapıştığı yerde bırakıyorum o zaman.

Muhabbetle kalın. Sonbaharın serinliği sevsin bizi!